Kötülüğe Sessiz Kalmak da Bir Seçimdir

 Topluluk, İnanç ve Bireysel Sorumluluk Üzerine Psikolojik Bir Yüzleşme

“Bir yere ait olmak, insanı hayatta tutar. Ama bazen ait olduğun yer, seni kendine yabancılaştırır.”

Bruce Parry

Bruce Parry, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan yerli topluluklarla aylar geçirdiği belgesellerinde, bize modern hayatın dışında kalan bir dünyanın kapısını araladı. Bu topluluklarda hiç depresyon olmadığını söylediğinde birçok izleyici şaşırmıştı. Ama şaşılacak bir şey yoktu: Orada herkesin bir yeri, bir görevi, bir anlamı vardı. İnsan yalnız değildi, yersiz değildi. Kim olduğunu bilmek için aynaya değil, topluluğa bakması yeterliydi.

Bu derin aidiyet hali, modern bireyin en büyük yarasına parmak basıyor: anlam yoksunluğuna. Ancak tam da burada bir çelişki başlıyor. Ya o topluluk artık vicdanla çelişen şeyler yapıyorsa? Ya birey, ait olduğu yerde kendine karşı susmak zorunda kalıyorsa? Kimi zaman insan, yalnız kalmamak uğruna kendi doğrusunu bastırır. Bu bastırma, zamanla bir huy haline gelir. Ve kişi, sessizliğini “zararsızlık” olarak anlamlandırmaya başlar.

Grup içinde yaşamanın getirdiği güven duygusu, bireysel iradenin yerini alabilir. Psikolojide bu durum bağımlı kişilik örüntüsüyle açıklanır. Bu yapıya sahip bireyler, karar almakta zorlanır; dış onaya aşırı ihtiyaç duyar; otorite figürlerine sorgusuz sadakat gösterir; ayrılmayı bir ölüm gibi yaşar. Topluluk onlar için sadece bir bağ değil, bir tür hayatta kalma aracıdır. Onu kaybettiklerinde sadece dostlarını değil, kimliklerini de kaybedeceklerini hissederler. Oysa tam da bu korku, onları vicdanlarının sesinden uzaklaştırır.

Topluluklar, büyük iyiliklerin doğduğu yerler olabilir ama aynı zamanda kötülüklerin de görünmezleştiği yapılardır. Sosyolog Zygmunt Bauman, insanların büyük kötülüklere nasıl sessizce ortak olduğunu “Modern kötülük, şeytaniliğinden değil, sıradanlığından güç alır” diyerek açıklar. Herkes sadece küçük bir görev yaptığını düşündüğünde, bütün bir sistem, kimsenin kendini sorumlu hissetmediği dev bir makineye dönüşür. Bu makinede yer almak için kötü niyetli olmak gerekmez. Sessizlik, zamanla iş birliğinin başka bir biçimi haline gelir.

Dini aidiyetle kurulan ilişkilerde bu sessizlik daha da derinleşir. Çünkü kişi, yalnızca sosyal bir gruba değil, aynı zamanda “kutsal” bir yapıya bağlıdır. Bu yapının sorgulanması, kişinin sadece arkadaş çevresini değil, inancını da kaybetmesi anlamına gelebilir. Bu da onu daha temkinli, daha suskun, daha içe kapalı biri haline getirir. İç sesini bastırmak için kullandığı cümleler ise çoğu zaman tanıdıktır: “Beni ilgilendirmez”, “Fitneye sebep olmak istemem”, “Allah onlara hesabını sorar”.

Psikolog Albert Bandura, bu tür savunma mekanizmalarını “moral disengagement” (ahlaki ayrıştırma) olarak tanımlar. Kişi, değerleriyle çelişen bir şeyi, daha büyük bir anlamla meşrulaştırır. İnanç burada bir şeye direnmenin değil, susmanın gerekçesi haline gelir. Karen Armstrong’un dediği gibi, “İnanç, sorgulamayı susturmak için değil, daha derin bir yüzleşme için vardır. Ama otoriteye tapınma başladığında, inanç sadece bir sessizlik aracı olur.”

Bireyin “Ben karışmıyorum” diyerek içinde kaldığı yapıya olan katkısı görünmez değildir. Sessizlik de bir eylemdir. Kalmak da bir tercihtir. Bu yüzden, sadece kötü eylemleri yapanlar değil, o yapının içinde olmaya devam edenler de bir şekilde o düzenin sürdürücüsüdür. Bruce Parry, kabilelerde anlamın grupta bulunduğunu söylerken aslında bir şeyi ima eder: Bu anlam, bireyin kendi iç sesiyle çatışmaya başladığında artık bir armağan değil, bir zincir haline gelebilir.

Kutsal saydığımız kişi ya da yapılarla kurduğumuz ilişki, eğer bizi sorgulamaktan, duygularımızdan ve sezgilerimizden uzaklaştırıyorsa; eğer vicdanımızı susturuyorsa, artık inanç değil, kör itaat başlamıştır. İşte tam bu noktada bir yüzleşmeye ihtiyaç var. Kendi iç sesimizi duyabilmek için, kendimize zor sorular sormamız gerekiyor. Çünkü bazen asıl cesaret, dışarıya değil, kendimize dönüp dürüstçe bakabilmektir.


Kendine Sorular:

  • Bu grubun içinde kalmak, bana hâlâ anlam ve değer katıyor mu? Yoksa sadece alışkanlık mı?

  • Bir haksızlığa tanıklık ettiğimde, neden konuşmaktan çekiniyorum? Korkum ne? Kaybedeceğim şey ne?

  • “Ben karışmıyorum, beni ilgilendirmez” dediğimde, aslında neyi koruyorum?

  • İnancımı gerçekten içten mi yaşıyorum, yoksa aidiyetimi kaybetmemek için mi sürdürüyorum?

  • Bu grup olmasaydı, ben kim olurdum? Kendi kararlarımı verebilir miydim?

  • Kutsal gördüğüm kişilere veya yapılara eleştirel bakabilme cesaretim var mı?

  • “Ben yapmadım ama oradaydım” cümlesi, beni sorumluluktan azat eder mi?

  • Sessizliğim, bana değil ama başkasına zarar veriyor olabilir mi?

  • Topluluk dışında da “iyi” ve “anlamlı” bir hayat mümkün olabilir mi?

  • Vicdanım ne zamandır benimle konuşmuyor?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sessiz Bir Tanıklığın Ardından

: Post-Cemaat Dönemde Psikolojik İyileşmeye Dair Notlar