İmtihan Algısının Gölgesinde: İnançlı Bireyde Sorumluluk, Özgürlük ve Kendini Gerçekleştirme
İnançlı birey için yaşamın anlamı çoğu zaman bir “imtihan” zemini üzerinde kurulur. Hayatın acı ve zorlukları, Tanrı’nın kişiye sunduğu bir sınav gibi yorumlanır. Bu yorum, bireye sabır, metanet ve umut aşılayabilir. Ancak bazı durumlarda, bu inanç çerçevesi, bireyin yaşamındaki sorunları dönüştürme kapasitesini sınırlandırabilir. Psikoloji literatüründe bu duruma, dış kontrol odağı (external locus of control) denir. Julian Rotter’ın tanımıyla:
“Birey, kaderini dışsal güçlerin belirlediğine inanıyorsa, kendi yaşamında değişim yaratma gücünü kaybeder.”
(Rotter, 1966)
1- İmtihan ve Öğrenilmiş Çaresizlik: Sabır mı, Sessizlik mi?
İmtihan kavramı, inançlı bireyin hayatın zorluklarını anlamlandırmasında önemli bir rol oynar. Ancak bu kavramın her duruma otomatik olarak uygulanması, bireyde zamanla bir tür psikolojik felç yaratabilir. Bu durum psikolojide “öğrenilmiş çaresizlik” (learned helplessness) olarak bilinir. Martin Seligman’ın ortaya koyduğu bu kavrama göre:
“Kişi ne yaparsa yapsın sonucun değişmeyeceğine inanırsa, pasifleşir ve kendi kaderini tayin etme gücünü yitirir.”
(Seligman, 1975)
Bu çerçevede, “imtihan” söylemi bireyin çaba gösterme ihtimalini bile sorgulamasına engel olabilir. Zorluklar, artık üzerine gidilecek değil; içine gömülü kalınacak şeylere dönüşür.
Beyin, tekrar eden ve çözümsüz gibi görünen acılar karşısında savunma geliştirir. “Direnme” yerine “katlanma” ön plana çıkar. Bu nörolojik süreçte:
-
Dopamin sistemi zayıflar, motivasyon düşer.
-
Amigdala aşırı aktifleşir, tehdit algısı kronikleşir.
-
Prefrontal korteks, yani sağlıklı muhakeme alanı devreden çekilir.
Kısaca birey artık yalnızca yaşar; ama yaşamaz. Hareketsiz, kararsız ve içine çekilmiş bir hâl alır.
2- Kimliksel Bölünme ve İçsel Çatışma: Tanrı’ya mı Sadığım, Kendime mi?
İmtihan inancı, inançlı birey için sadece bir anlam haritası değil, aynı zamanda davranışsal bir pusuladır. Kimin nasıl davranması gerektiğini, nelerin sabredilmesi gereken durumlar olduğunu, neyin günah ya da neyin sadakat sayılacağını belirler. Ancak bu inanç, bireyin psikolojik ihtiyaçlarıyla ve duygusal gerçekliğiyle çakıştığında, içeride derin bir kimliksel gerilim başlar.
Özellikle kadınlar, genç yetişkinler ve cemaat ortamında büyümüş bireyler, bu iç çatışmanın en görünür yüzünü deneyimlerler. Çünkü bu kişiler için sadakat sadece Tanrı’ya değil, aynı zamanda topluluğa, ailenin beklentilerine, geleneksel rollerin yüklediği kimliğe de yöneliktir.
Psikanalist Donald Winnicott, bireyin farklı sadakat alanları arasında sıkışmasını şöyle açıklar:
“Sadakatin bir kısmı Tanrı’ya, bir kısmı kendi iç sesine yönelmişse, birey ya inançlarını inkâr eder ya da kendini bastırır.” (Winnicott, 1965)
Bu bölünme, bireyin zihinsel dünyasında iki farklı benliğin ortaya çıkmasına yol açar:
-
İdeal inançlı benlik: Toplumun, cemaatin, ailenin ve hatta kutsal metinlerin tanımladığı “doğru” kişilik.
-
Gerçek duygusal benlik: Kızgın, sorgulayan, sevilmek isteyen, yalnız hisseden ya da sadece farklı bir hayat hayal eden kişi.
Bu iki benlik arasında bir köprü kurulamadığında, kişi kendine yabancılaşmaya başlar. Dualar edilse de içten gelmez, sabredilse de içinde bir kırılma vardır, susulsa da içten içe bağırmak isteyen bir ses susturulmuştur.
Danışanlar bu çatışmayı genellikle şu cümlelerle tarif ederler:
-
“İnandığım şeyle hissettiğim şey birbirini tutmuyor.”
-
“Kendime karşı dürüst olsam, günah işlemiş gibi hissediyorum.”
-
“Ben dua ederken bile bazen rol yapıyor gibi hissediyorum.”
Bu sözler, bireyin psikolojik otonomisini inancıyla bağdaştıramadığını gösterir. Yani kişi, “kendisi olmanın” Tanrı’yla olan ilişkisine zarar vereceğini düşünmektedir. Bu durumda iman, özgürleştirici değil; bastırıcı bir yapıya bürünür.
Bu tür bir içsel bölünme, bireyin hem ruhsal hem de kimliksel gelişimini sekteye uğratır. Sürekli “nasıl görünmeliyim?” sorusuyla yaşayan birey, zamanla “ben kimim?” sorusuna yabancılaşır.
Sonuçta görülen klinik belirtiler şunlar olabilir:
-
Depresif duygu durum: Sürekli yorgunluk, anlamsızlık ve boşluk hissi
-
Düşük öz saygı: Kendini yetersiz, sahte veya günahkâr hissetme
-
İlişkisel kopukluk: Gerçek duygular ifade edilemediği için bağ kurmada zorlanma
-
Spiritüel yorgunluk: İbadetlerin içselleşmemesi, duaların duygu taşımaması
Kişi artık sadece toplumun, ailenin veya cemaatin beklentilerini yerine getirerek yaşayan bir “gölgede benlik” hâline gelir.
Peki Ruhsal Bütünleşme Mümkün mü?
Evet, mümkündür. Ancak bu, ancak sorgulamaya izin veren, duygulara saygı duyan, inancı korkudan değil sevgiden besleyen bir maneviyatla mümkündür. Birey, hem Tanrı’ya hem de kendine sadık kalabileceğini fark ettiğinde dönüşüm başlar.
Terapötik alanda bu sürece destek vermek, bireyin önce kendi duygularına tanıklık etmesine ve ardından inançla içten bağlar kurmasına yardımcı olmakla mümkündür. Çünkü:
“Gerçek iman, duyguları bastırmak değil; onlara Tanrı’nın huzurunda yer açmaktır.”
Bu yazi devam edicek....
Yorumlar
Yorum Gönder