Toplumsal Empati Tükenmesi ve Acı Hiyerarşisi: Kimsenin Acısınin “Fazla Gelmediği” Bir Yer Var mı?

 Jun 8, 2025

Toplumsal Empati Tükenmesi ve Acı Hiyerarşisi: Kim İçin Üzülmeye Değer?

Sosyal medya ekranlarımız artık birer dijital ağıt duvarına dönüştü. Gazze’de ölen çocuklar, İran’da saçını açtığı için öldürülen genç kadınlar, Ukrayna’daki bombardımanlar, Türkiye’de hâlâ konteynerde yaşamaya çalışan depremzedeler, cemaatten ayrıldığı için ailesi tarafından dışlanan insanlar, göç yollarında kaybolan hayatlar… Her gün yeni bir acıya tanıklık ediyoruz. Ya da tanıklık etmekten kaçıyoruz. Çünkü yorgunuz. Çünkü tükeniyoruz. Bazen “Buna da mı üzülmeliyim?” diye iç geçiriyoruz. İşte bu yorgunluk hâli, çağımızın ruhsal ve ahlaki krizlerinden birini tanımlar: toplumsal empati tükenmesi.

Psikoloji bu durumu “compassion fatigue” ya da “empathy fatigue” olarak adlandırıyor. Yani başkalarının acılarına sürekli maruz kalmanın ardından oluşan duygusal tükenme hâli. Travma psikoloğu Charles Figley bunu şöyle açıklar: “Empati kapasitesi sınırsız değildir. Sürekli maruz kalındığında kişi ya kendini kapatır ya da başka yollarla kendini korumaya alır.” Kimi zaman kayıtsızlaşırız, kimi zaman suçlayıcı oluruz, kimi zaman sadece ekranı kaydırırız. Çünkü kalbimizi açık tutmak fazlasıyla yorucu hale gelmiştir.

Ancak sorun sadece bireysel bir tükenmişlik değildir. Bu yorgunluk, toplumun tamamına sirayet ettiğinde empati bir lüks, acı ise yarışa dönüşür. Toplumlar “kimin acısı daha gerçek?”, “kimin ölümü daha önemli?” gibi sorular etrafında görünmez bir hiyerarşi kurmaya başlar. İşte bu noktada karşımıza çıkan kavram, “acı hiyerarşisi”dir.

Acı hiyerarşisi, bazı acıların görünür, bazı acıların ise görünmez olmasını ifade eder. Sosyolog Didier Fassin bu durumu “acıların ahlaki ekonomisi” olarak tanımlar. Yani toplum hangi acıya daha çok hak verir, hangi acıya daha çok meşruiyet tanır, buna karar verir. Judith Butler da benzer bir soruyla bu meseleyi gündeme taşır: “Hangi hayatlar yas tutulmaya değer?” Gerçekten de bazı ölümler haber olurken, bazıları sadece bir rakamdan ibaret kalır. Bazı kayıplar için gözyaşı dökülürken, bazıları unutulmaya bile değer görülmez. Bu sadece medya politikası değil, aynı zamanda toplumsal değerlerin ve önyargıların bir sonucudur.

Bugün hâlâ Gazze’de ölen çocuklar “ama Hamas…” cümlesiyle görünmezleştiriliyor. İran’da öldürülen Mahsa Amini gibi kadınlar “zaten rejime karşıydı” gibi cümlelerle meşrulaştırılıyor. Cemaatten oldugu için işkence gören, sürgün edilen insanlar toplumun büyük kısmı tarafından görmezden geliniyor. Türkiye’de bir yıl geçmesine rağmen hâlâ evine kavuşamayan depremzedeler “nankörlük”le suçlanabiliyor. Mülteci çocuklar, siyasi yük gibi görülüp “ülkemize yük oldular” denilerek kenara atılıyor.

Bazı insanlar, “yanlış tarafta” oldukları düşünüldüğü için acı çekme hakkından bile mahrum bırakılıyor. Oysa acı taraf tutmaz. Acı, insana aittir. Ama toplum, empati gösterdiği kişiyi kimlik üzerinden seçtiğinde, aslında insanlığını parçalara ayırmış olur.

Bu durumun psikolojik sonuçları yalnızca travmaya maruz kalanlarla sınırlı değildir. Toplumun empati yitimine uğraması, topluca bir vicdani çöküşe neden olur. Travmalar normalleşir. Acılar duyulmaz hale gelir. Değerler zedelenir. İnsan hakları söylemi parçalara ayrılır. Sadece ‘bizden’ olanlara üzülür, ötekilerin acısını tehdit olarak algılarız. Bu da kolektif olarak “moral travma” denilen bir duruma neden olabilir. İnsanlar, kendi toplumlarının duyarsızlığı karşısında öfke, yalnızlık ve çaresizlik hissetmeye başlar.

İşte bu noktada empatiyi yeniden hatırlamak bir lüks değil, ahlaki bir sorumluluk haline gelir. Empati göstermek, sadece bir duygusal refleks değil; bir değer yargısı, bir etik seçimdir. Shoshana Felman bunu şöyle ifade eder: “İyileşme sadece bireyin değil, tanıklık edenin de dönüşümünü gerektirir.” Yani bir başkasının acısına tanıklık ettiğimizde, yalnızca onu onarmayız, kendimizi de dönüştürürüz.

Empati kapasitemiz zaman zaman tükenebilir, bu insanidir. Ama acıya karşı duyarsızlaşmak bir savunma mekanizması haline gelirse, insanlığımızdan uzaklaşırız. Bu yüzden her gün kendimize şu soruyu sormalıyız: Kime üzülmeye değer görüyorum? Kimlerin acısına gözlerimi kapatıyorum? Ve bu seçimleri neye göre yapıyorum?

Unutmayalım: Gerçek empati, en çok da sesi çıkmayanın çığlığına kulak verebildiğimizde başlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sessiz Bir Tanıklığın Ardından

: Post-Cemaat Dönemde Psikolojik İyileşmeye Dair Notlar

İmtihan Algısının Gölgesinde: İnançlı Bireyde Sorumluluk, Özgürlük ve Kendini Gerçekleştirme