Kendine Söylediğin Yalanlar Sessizce Seni Tüketir
“Kendi kendimizi kandırmak, başkalarının bizi kandırmasından daha tehlikelidir.”
Václav Havel
Psikoterapi odasında en sık karşılaştığım şeylerden biri, insanların başkalarına değil, kendilerine söyledikleri yalanlardır. “Ben iyiyim.” “O beni seviyor.” “Dayanmak zorundayım.” “Her şey yolunda görünüyor, sorun bende olmalı.” Bu cümleler, çoğu zaman bir başkasına değil, kişinin kendi zihnine fısıldadığı teselli sözleridir. Ama her fısıltı, içten içe biraz daha yorar. Çünkü insan, gerçeklerden kaçarken en çok kendini kaybeder.
Freud’un savunma mekanizmaları teorisinde belirttiği gibi, inkâr ve rasyonalizasyon gibi psikolojik süreçler, kişiyi yoğun acılardan korumak için devreye girer. Bu mekanizmalar, hayatta kalmak için geliştirilmiş içsel kalkanlardır. Ama zamanla bu kalkanlar kalınlaşır ve kişi, o duvarların ardında kendini unutmaya başlar. Carl Jung’un gölge kavramı tam da bunu anlatır: “İnsanın gölgesiyle yüzleşmeye cesareti yoksa, içindeki karanlık onu sessizce yönetir. Ve buna kader der.”
İnsan çoğu zaman kendi gölgesinden kaçar. Küçükken hayatta kalmak için öğrendiği şeyler, büyüyünce içsel zincirlere dönüşür. Bir çocuğun annesinin sevgisini kaybetmemek için “ben kötü bir çocuğum” demesiyle başlayan bu iç diyalog, yıllar sonra yetişkin bir kadının “benimle böyle konuşması normal, hak ediyorum” demesiyle devam eder. Sevgi uğruna kendini inkâr etmek, varoluşun görünmeyen bedellerinden biridir.
Şema Terapi kuramcısı Jeffrey Young’a göre bu tür kalıplar, çocuklukta karşılanmayan duygusal ihtiyaçların sonucunda oluşur. Zihnin güvenlik arayışı, gerçeği çarpıtma pahasına bile olsa bir düzen kurmaya çalışır. Ancak bu düzen, zamanla kişiyi içeriden tüketen bir hapishaneye dönüşebilir. Bir danışanım, uzun yıllar süren sevgisiz bir evliliği, “benim sınavım bu” diyerek sürdürmüştü. Seanslarda kendini defalarca haklı göstermeye çalıştı. Her defasında “çocuklarım için dayanıyorum” dedi. Ama bir gün, gözyaşları içinde sessizce şunu söyledi: “Kendi hayatımı sevmediğim için çocuklarımınkini de boğuyorum.” O anda bir şey kırıldı. Ve tam da o kırılma anında, Viktor Frankl’ın sözleri geldi aklıma: “İnsanı şartlar değil, şartlara verdiği anlam kurtarır ya da yok eder.”
Gerçekle yüzleşmek kolay değildir. Çoğu zaman bir devrimi çağırır. Bazen kişi tüm hayatını yeniden inşa etmek zorunda kalabilir. Ama en büyük cesaret, başkalarına değil, kendine karşı dürüst olabilmektir. İnsan, en çok kendi içindeki sessizlikle yüzleşmekten korkar. Çünkü orada, yıllarca bastırılmış duygular, inkâr edilmiş arzular, susturulmuş ihtiyaçlar vardır. Ama aynı sessizlikte, iyileşmenin de tohumu saklıdır.
Nörobilimci Dan Siegel’a göre beyin, travma anlarında duygusal bilgiyi işleyemez hale gelir; bu da bireyin olaylara yabancılaşmasına neden olur. Gerçeği inkâr etmek, bir çeşit hayatta kalma stratejisidir. Ancak zamanla kişi kendi hikâyesinin seyircisine dönüşür. Karen Horney, bu durumu şöyle açıklar: “Kendimize yabancılaşmamız, gerçek benliğimizle değil; toplumsal rollerimizle özdeşleşmemizden doğar.” Kişi, başkalarının beklentilerine göre şekillenirken kendi iç sesini kaybeder.
Ama iyileşme de bu kayıptan başlar. Gerçekle yüzleşmek, her zaman büyük kırılmalarla olmak zorunda değildir. Bazen bir iç sorguyla başlar. “Ben buna gerçekten inanıyor muyum?” diye sormakla… Ya da sadece susup dinleyerek… İçimizde sakladığımız ses, bazen sadece duyulmayı bekler.
Eğer bu satırları okurken bir şeyler kıpırdadıysa içinde, belki de şu soruyla başlayabilirsin: “Bugün kendime hangi gerçeği söylemeye hazırım?” Kendine yalan söylemek seni kötü biri yapmaz. Ama o yalanlarda uzun süre kalmak, seni kendine yabancılaştırır. Ve bu yabancılaşma, insanın en sessiz tükenişidir.
“Kendini tanımak, tüm bilgeliğin başlangıcıdır.”
— Sokrates
Ve bazen bu tanıma, aynaya bakıp şöyle demeyi gerektirir:
“Ben sana uzun zaman yalan söyledim. Ama artık duymaya hazırım.”
Yorumlar
Yorum Gönder