Terapi Odasında Dindar Erkeklerle Kadın Bedenine Dair Bastırılmış İnançlar Üzerine

 Terapi odasında karşımdaki danışan, eşini sevdiğini ama ona yakınlaşmaktan çekindiğini söyledi. Göz göze gelmekte zorlandığını, onu arzuladığında içini bir suçluluk duygusunun kapladığını anlattı. “Eşime dokunduğumda, sanki günah işliyorum gibi geliyor,” dedi. “Ona zarar verecekmişim gibi korkuyorum, sonra hemen kendimi geri çekiyorum.”

Bu cümlelerin ardında sadece bireysel bir sıkıntı değil, derin bir kültürel ve inançsal yapı vardı. Danışan, muhafazakâr bir ortamda yetişmişti. Küçüklüğünden beri kadınlarla mesafeli olmanın, onlarla fazla konuşmamanın bir edeple, takvayla, korunma haliyle eş tutulduğu bir anlayış içinde büyümüştü. Bu anlayış ona, kadının mahremiyetine saygı göstermeyi öğretmişti — ki bu elbette İslam’ın öğretileri açısından değerli bir duruştur. Fakat zamanla bu saygı, yerini bir tür endişeye, sonra da korkuya bırakmıştı. Artık kadın bedeni sadece saygı duyulacak bir alan değil, aynı zamanda “yaklaşılırsa tehlikeye dönüşebilecek” bir alan haline gelmişti. Ve bu hal, evliliğin içinde dahi şefkatli teması, merhametli yakınlığı zorlaştırıyordu.

Burada mesele, dinin özünden değil; o özün zamanla şekilci, korkuya dayalı bir yaklaşımla yorumlanmasından kaynaklanıyordu. Kadın, bazı zihinlerde ya “sahip çıkılması gereken bir mahremiyet” ya da “uzak durulması gereken bir sınav unsuru” olarak konumlanmıştı. Her iki durumda da kadın, konuşan, düşünen, hisseden ve irade sahibi bir özne olarak değil; erkek dünyasının merkezinde tanımlanan bir nesneye dönüşmüştü.

Bu noktada, Freud’un “bastırma” teorisi sadece bireyler için değil, toplumlar için de geçerlidir. Arzunun, korkunun, şüphenin bastırıldığı yerde bunlar başka şekillerde geri döner. Kadına dair bastırılan duygular; ya aşırı idealleştirme (kadın yalnızca anne, yalnızca iffet sembolü olur) ya da şeytanlaştırma (kadın günaha sevk eden varlık olarak görülür) şeklinde dışa vurur. Böylece kadın, ya ulaşılması imkânsız bir yüceliğe yerleştirilir ya da yaklaşılması tehlikeli bir sınav gibi algılanır. Her iki durumda da kadın, insani yönleriyle değil, sembolik değerleriyle anlam kazanır. Foucault, her toplumun kendine özgü iktidar yapılarının olduğunu ve bu yapılar aracılığıyla bilgi üretildiğini söyler. Bu bağlamda, kadına dair konuşulan şeyler; kadını anlamak için değil, kontrol etmek, sınır çizmek ve yön vermek için dile getirilmiş olabilir. Ve eğer kadın sadece “hakkında konuşulan” bir varlıksa, zamanla kendi sesini, kendi hikâyesini, kendi arzusunu ifade etmekte zorlanır.

Karen Horney’nin (1939) ifade ettiği gibi, kadınların yaşadığı duygusal kırılganlıkların çoğu, onların eksik yaratılmasından değil; sistematik olarak ikinci plana atılmalarından kaynaklanır. Toplumun bazı kesimlerinde kadınlık, ancak belirli roller içinde yüceltilmiştir: anne olursa değerlidir, örtünürse ahlaklıdır, susarsa edeplidir. Oysa bir kadın, bu rollerin hiçbirine girmese de, sırf insan olduğu için değerlidir.Judith Butler ise toplumsal cinsiyetin bir performans olduğunu söyler. Yani erkeklik ve kadınlık, toplum içinde sürekli tekrar edilen davranış kalıplarıyla kurulur. Eğer bir erkek, erkekliğini kadını kontrol etme biçimiyle yeniden üretmek zorundaysa, bu ilişki zaten sağlıklı bir zemine dayanmaz.

Elbette İslam, kadınla erkek arasında merhamet, karşılıklı saygı ve sevgi temelli bir ilişki öngörür. "Sizin için eşler yaratıldı ki huzur bulasınız," ayeti (Rum, 21), bu ilişkiyi bir sınav ya da tehdit değil, bir sükûnet alanı olarak tanımlar. Ancak kültürel yorumlar, zamanla bu asli merhameti gölgeleyebilir.

Terapi odasında, bastırılmış inanç kalıpları ve toplumsal cinsiyet rolleri birer birer çözülürken, danışan kadını yeniden tanımaya başlar. Onunla teması kirli değil, şefkatli; arzuyu utanç değil, insani bir duygu olarak görebildiğinde ilişkisi de iyileşmeye başlar. Bastırılan arzular özgürleştiğinde, sadece evlilik değil, kişinin inançla kurduğu ilişki de daha sahici hale gelir.

Bu yazı, kadını değersizleştiren ya da dine saldıran bir zeminde değildir. Aksine, inancın özündeki rahmeti ve insanî hikmeti hatırlatmak içindir. Kadın, korkulacak ya da yüceltilip ulaşılmaz kılınacak bir varlık değil; yan yana durulabilecek, birlikte yaş alınabilecek, şefkatiyle iyileştirecek bir insandır. Ve belki de onu yeniden tanımak, aslında kendimizi ve inancımızı da yeniden anlamaya başlamaktır.


Butler, J. (1990). Gender trouble: Feminism and the subversion of identity. Routledge.

  • Foucault, M. (1978). The history of sexuality: Volume 1: An introduction (R. Hurley, Trans.). Pantheon Books.

  • Freud, S. (1915). Repression. In J. Strachey (Ed. & Trans.), The standard edition of the complete psychological works of Sigmund Freud (Vol. 14, pp. 141–158). Hogarth Press. (Original work published 1915)

  • Horney, K. (1939). New ways in psychoanalysis. W. W. Norton & Company.

  • The Holy Qur’an. (n.d.). Surah Ar-Rum, 30:21. (Translation by M. A. S. Abdel Haleem, Oxford University Press)

  • Yorumlar

    Bu blogdaki popüler yayınlar

    Sessiz Bir Tanıklığın Ardından

    : Post-Cemaat Dönemde Psikolojik İyileşmeye Dair Notlar

    Kötülüğe Sessiz Kalmak da Bir Seçimdir