Kayıtlar

Gölgeyle Yüzleşmek: Eleştirinin Ötesinde Bir Davet

  “Kişi, kendi karanlığının farkında olmadıkça, onu dışarıya yansıtır ve kader der buna. Bu, onun kendi yaşamı değil, gölgesinin yaşadığı hayattır.” Carl Gustav Jung Kendini bilmek, yalnızca olumlu yönlerimizi tanımakla sınırlı bir süreç değildir. Gerçek bireysel farkındalık, Jung’un "gölge" kavramıyla tanımladığı, bilinçdışımızda bastırdığımız ya da kabul edemediğimiz yönlerimizle yüzleşmeye başladığımızda başlar. Gölge, bizim bilinçli benliğimizin görmek istemediği, bastırdığı, utandığı ya da reddettiği duyguların, arzuların ve eğilimlerin toplamıdır. Ne var ki, bu yönler tamamen yok olmaz; yalnızca bilinçten gizlenir. Ancak, başka birinin davranışlarında, tarzında ya da varoluş biçiminde bu bastırılan taraflarımız tetiklendiğinde, içimizde yoğun bir rahatsızlık, öfke ya da küçümseme ortaya çıkar. Bu yönler yok olmazlar. Bir kenarda sessizce dururlar ve çoğu zaman, hiç beklemediğimiz bir anda başkasının davranışında, duruşunda ya da cesaretinde tetiklenirler. İçimizde tan...

Sevgi Her Zaman Konfor Değildir

 Terapi odasında en sık duyduğum cümlelerden biri şudur: "Onu seviyorum ama neden beni bu kadar zorlayan biri oldu?" Bu söz, ilk bakışta bir çelişki gibi görünür. Sevgiyle zorluk nasıl yan yana gelir? Oysa bu tam da ilişkilerin doğasına dair önemli bir gerçeğe işaret eder: Derin bağlar sadece mutluluk getirmez; aynı zamanda büyüme, yüzleşme ve dönüşüm alanıdır. İnsanlar ilişkilerden genellikle huzur, şefkat ve onay bekler. Bu beklentiler oldukça insani olmakla birlikte, sevgi bağının sunduğu tek şeyler değildir. Sevdiğimiz kişi, farkında olmadan bize en kırılgan yönlerimizi, iyileşmemiş yaralarımızı gösterebilir. Onunla kurduğumuz yakınlık, çoğu zaman iç dünyamızdaki eksik parçaları görünür hale getirir. Böylece sevgi, yalnızca huzur veren bir alan olmaktan çıkar; bir aynaya dönüşür. Psikoloji biliminin önemli kuramlarından biri olan bağlanma kuramı da bu durumu açıklar. John Bowlby’nin çalışmalarına göre, çocuklukta bakım verenlerimizle kurduğumuz ilişkiler, yetişkinlikte...

Terapi Odasında Dindar Erkeklerle Kadın Bedenine Dair Bastırılmış İnançlar Üzerine

 Terapi odasında karşımdaki danışan, eşini sevdiğini ama ona yakınlaşmaktan çekindiğini söyledi. Göz göze gelmekte zorlandığını, onu arzuladığında içini bir suçluluk duygusunun kapladığını anlattı. “Eşime dokunduğumda, sanki günah işliyorum gibi geliyor,” dedi. “Ona zarar verecekmişim gibi korkuyorum, sonra hemen kendimi geri çekiyorum.” Bu cümlelerin ardında sadece bireysel bir sıkıntı değil, derin bir kültürel ve inançsal yapı vardı. Danışan, muhafazakâr bir ortamda yetişmişti. Küçüklüğünden beri kadınlarla mesafeli olmanın, onlarla fazla konuşmamanın bir edeple, takvayla, korunma haliyle eş tutulduğu bir anlayış içinde büyümüştü. Bu anlayış ona, kadının mahremiyetine saygı göstermeyi öğretmişti — ki bu elbette İslam’ın öğretileri açısından değerli bir duruştur. Fakat zamanla bu saygı, yerini bir tür endişeye, sonra da korkuya bırakmıştı. Artık kadın bedeni sadece saygı duyulacak bir alan değil, aynı zamanda “yaklaşılırsa tehlikeye dönüşebilecek” bir alan haline gelmişti. Ve bu ...

Kendine Söylediğin Yalanlar Sessizce Seni Tüketir

 “Kendi kendimizi kandırmak, başkalarının bizi kandırmasından daha tehlikelidir.”  Václav Havel Psikoterapi odasında en sık karşılaştığım şeylerden biri, insanların başkalarına değil, kendilerine söyledikleri yalanlardır. “Ben iyiyim.” “O beni seviyor.” “Dayanmak zorundayım.” “Her şey yolunda görünüyor, sorun bende olmalı.” Bu cümleler, çoğu zaman bir başkasına değil, kişinin kendi zihnine fısıldadığı teselli sözleridir. Ama her fısıltı, içten içe biraz daha yorar. Çünkü insan, gerçeklerden kaçarken en çok kendini kaybeder. Freud’un savunma mekanizmaları teorisinde belirttiği gibi, inkâr ve rasyonalizasyon gibi psikolojik süreçler, kişiyi yoğun acılardan korumak için devreye girer. Bu mekanizmalar, hayatta kalmak için geliştirilmiş içsel kalkanlardır. Ama zamanla bu kalkanlar kalınlaşır ve kişi, o duvarların ardında kendini unutmaya başlar. Carl Jung’un gölge kavramı tam da bunu anlatır: “İnsanın gölgesiyle yüzleşmeye cesareti yoksa, içindeki karanlık onu sessizce yönetir. ...

Kötülüğe Sessiz Kalmak da Bir Seçimdir

 Topluluk, İnanç ve Bireysel Sorumluluk Üzerine Psikolojik Bir Yüzleşme “Bir yere ait olmak, insanı hayatta tutar. Ama bazen ait olduğun yer, seni kendine yabancılaştırır.” — Bruce Parry Bruce Parry, dünyanın farklı yerlerinde yaşayan yerli topluluklarla aylar geçirdiği belgesellerinde, bize modern hayatın dışında kalan bir dünyanın kapısını araladı. Bu topluluklarda hiç depresyon olmadığını söylediğinde birçok izleyici şaşırmıştı. Ama şaşılacak bir şey yoktu: Orada herkesin bir yeri, bir görevi, bir anlamı vardı. İnsan yalnız değildi, yersiz değildi. Kim olduğunu bilmek için aynaya değil, topluluğa bakması yeterliydi. Bu derin aidiyet hali, modern bireyin en büyük yarasına parmak basıyor: anlam yoksunluğuna. Ancak tam da burada bir çelişki başlıyor. Ya o topluluk artık vicdanla çelişen şeyler yapıyorsa? Ya birey, ait olduğu yerde kendine karşı susmak zorunda kalıyorsa? Kimi zaman insan, yalnız kalmamak uğruna kendi doğrusunu bastırır. Bu bastırma, zamanla bir huy haline gelir....

Toplumsal Gösterilerde Çocukların Rolü: Strazburg Mitingi Üzerine Kısa Bir Gözlem

ECHR öncülüğünde yapılan Strazburg mitingini sosyal medyadan takip ediyordum. Kalabalığın sesi, pankartlar, yürüyen insanların kararlılığı… Hepsi bana çok anlamlı geldi. Ama beni en çok durduran şey, yine çocuklardı. Fotoğraflarda bir çocuğun annesinin elini tutarkenki hali, bir diğerinin arkasında taşınırken gözlerini kalabalığa dikmesi… İçimde yankılanan soru büyüdü: Çocuktan aktivist olur mu? Bazı çocuklar sadece susarak bile bir toplumun vicdanına dokunur. Bazı çocuklar ise konuşmak ister. Kimi zaman anne babaların, kimi zaman sistemin yüklediği sessizliği yırtmak ister. Ama biz büyükler… Bazen onların sesini kullanırken fark etmeden bir şeyi daha taşıtıyoruz onlara:  Kendi umutlarımızı, öfkelerimizi, iyileşmemiş yaralarımızı. Travma uzmanı Bessel van der Kolk şöyle der: “Travma sadece başa gelen şey değildir; anlatılamayan, tanıklık edilmeyen şeydir.” Evet, yaşananların anlatılması iyileştirir. Ama çocuklar için bir fark var:Anlatım onların duygusal gelişimlerine uygun ol...

İmtihan Algısının Gölgesinde: İnançlı Bireyde Sorumluluk, Özgürlük ve Kendini Gerçekleştirme

 İnançlı birey için yaşamın anlamı çoğu zaman bir “imtihan” zemini üzerinde kurulur. Hayatın acı ve zorlukları, Tanrı’nın kişiye sunduğu bir sınav gibi yorumlanır. Bu yorum, bireye sabır, metanet ve umut aşılayabilir. Ancak bazı durumlarda, bu inanç çerçevesi, bireyin yaşamındaki sorunları dönüştürme kapasitesini sınırlandırabilir. Psikoloji literatüründe bu duruma, dış kontrol odağı (external locus of control) denir. Julian Rotter’ın tanımıyla: “Birey, kaderini dışsal güçlerin belirlediğine inanıyorsa, kendi yaşamında değişim yaratma gücünü kaybeder.” (Rotter, 1966) 1- İmtihan ve Öğrenilmiş Çaresizlik: Sabır mı, Sessizlik mi? İmtihan kavramı, inançlı bireyin hayatın zorluklarını anlamlandırmasında önemli bir rol oynar. Ancak bu kavramın her duruma otomatik olarak uygulanması, bireyde zamanla bir tür psikolojik felç yaratabilir. Bu durum psikolojide “ öğrenilmiş çaresizlik ” (learned helplessness) olarak bilinir. Martin Seligman’ın ortaya koyduğu bu kavrama göre: “Kişi ne y...